Afiyetle Yiyemediği Yirmi Sekiz Yıl (Kısa Öykü)
Merhabalar. Genelde bu toplulukta blog, yaşam, gezi ve güzel yemek paylaşımları oluyor. Ve bunların çoğu; insanlara pozitif vibe veren, olumlu düşündüren hoş yazılar. Ben bu noktada dümeni biraz kıracağım :) Ara sıra, henüz basılmamış kısa öykülerimi burada paylaşacağım. Edebi üretimlerimde genelde absürd ve karanlık bir tarz oluşturmaya çalışıyorum. 2020 Ocak ayında İthaki Yayınlarından çıkmış bir öykü kitabım var; geleceğe dair distopik ve polisiye öykülerden oluşuyor... İlgilenirsiniz şöyle linkini bırakıyorum. Şimdi paylaşacağım kısa öykü, genç yaşta hayatını kaybeden Çağla ve onun düşündürdükleri hakkında. Keyifli okumalar!
Afiyetle Yiyemediği Yirmi Sekiz Yıl
Çağla sarhoşken çok komik şakalar yapardı ve cenazesini hayal etmeyi çok severdi. Annesinin rahminden çıktığı an, oraya geri dönmeyi isteyeceğinden haberi yoktu. Göğün rengi modunu belirledi. Şubat soğuğunda, gece dört gibi doğmuştu. İlk adetini gördüğünde, ölene kadar rahmini pak tutacağını ve oradan kimseyi çıkarmayacağına dair kendine söz vermişti. Kendine verdiği sözleri tutamayan biri olduğunu anlamasına ise daha beş sene vardı.
Ne komik ki; son orucunu orta ikide tutmuştu.
Babasını andırıyordu ve bundan utanıyordu.
Üniversite yıllarındaki pepsi logolu cam küllük ve üzerine söndürülmüş vasat cigaralar onun en sevdiği arkadaşıydı. Ve aynı yıllarda karşılaştığı iki plansız gebelik, dedikoducu akrabalar için uzun zamanlı bir malzemeydi. Güzel kararlar almak istedi, bazen aldı da. Boğaziçi Üniversitesi'ni terk etmesiyle her
zaman saçma bir gurur duymuştu.
O sulh istiyordu.
Çağla öldü. Cerrahpaşa'da ölüm kokan bir odada, bilinci açık onu son gördüğümde, onunla ilgilenen şişman hemşirenin nezaketinden bahsetmişti. “Bulunduğum ortamda kendimden şişman bir insan olması hoşuma
gidiyor” dedikten sonra da gülmüştü. Onu son görüşüme, son gülüşünün buluşmasının bende hâlâ belli belirsiz tuhaf duygular uyandırıyor. Sanırım, bu küçük aptal avuntum beni bir süre daha idare eder.
Çağla'yı özlüyorum.
Yalnızca sinirlendiğinde, bana ismimle hitap ederdi. Onun gözünde bazen kendini beğenmiş bir yavşak; bazen boş hayaller peşinde koşan yıkık herif, bazen vasıfsız bir keş, bazen armut kafalı şaklaban, bazen bir arkadaşın arkadaşı, bazen gürültücü komşu, bazen dertlerine düşük hisseden ortak, bazen de keşfetmek zorunda olduğu olduğu basit bir adamdım.
Bu naif olamamışlığın, bu boşluğu kucaklama aşkının ve bu yanlış yaşam öykülerinin ortasına kasıtlı biçimde çirkin bir elyazısıyla yazılmış gibiydik. Ve bazı insani değerlerin yerin dibine geçmesinde hepimizin olduğu gibi
muhakkak Çağla'nın da bir payı vardı. Eğer, bir salyangozdan yahut bir turunç ağacından farkı olmadığını anlasaydı günleri daha huzurlu geçebilirdi. Zarifçe gerçekleştirdiği kişisel yıkımı, eş zamanlı gerçekleşen toplumsal yıkımın bir yalnızca küçük bir parçasıydı. Gündüzleri küçülürdü, geceleri ise ecel perilerine
bürünürdü.
Çağlayı severdim, diğer içi güzel insanları sevdiğim gibi.
Billboardlardaki ünlülere gereğinden fazla hayranlık duyan insanları aşağılamayı severdi. Bunaldım diyebilmenin bile büyük çaba gerektirdiği bazı gecelerde, onunla insanlar ve ölüm hakkında o kadar çok
konuştum ki... Hatırlıyorum da, vakti zamanında çok sevdiği ve çok seviştiği bir çocuğu nasıl da ezip geçtiğini iştahlı biçimde anlatmıştı. Keşke demişti, sorunlar, konuşarak çözülebilen şeyler olsaydı.
Acaba o çocuk da cezaneye gelmiş midir?
Kış, yavaş yavaş hükmünü yitirirken, hiç bir zaman 'Hoşçakal' deme alışkanlığı edinemeyen Çağla'nın gidişinden, bir Whatsapp mesajı vesilesiyle haberdar oldum. Cenazede, Çağla'nın annesi ve abisi bize birazcık bağırmıştı, biz de birazcık utanmıştık. Abisi, bizi dövecekmişcesine sinirli sinirli bakıyordu.
O günden sonra cezanelerde içki içmemeye karar vermiştim.
Çağla şanslı sayılır. O artık eve gidebilir.
Malesef ki ben zaten evdeyim.
tebrik ederim, okuru bol olsun ☘
Teşekkürler ✌️